10 Nisan 2020 Cuma

Doğum Günün, Sahi 11 miydi, 12 mi?

                                                                                                                                                       Bugün


Daha önce şey gibi hissettin mi, hayatın çok sıradanmış gibi? Hayatındaki her şey o kadar düzgün gidiyormuş ki hata yapmayı özlemişsin gibi.. Kafana estiğini yapmayı, yarını düşünmemeyi..?
 Ah, biliyorum biliyorum tamam; ölüleri, dirilerin hayatına karıştırmamak lazım, biliyorum. Ne yapabilirim ki, önce günleri unuttum. Zaten hep tarihleri karıştırırdım. Sonra kokuları ayırt etmeyi bıraktım. Sonra da yüzünü hayalimde canlandırmayı bıraktım. Ben seni bıraktım diye öldün mü, şimdi?  

 Ben bir gün bu aşkı hatırladığımda, kesinlikle ağlayacağım.Biraz yürürsem geçer dediğim o hissin beni sokak ortasında ağlattığını da unutmayacağım. Bir insanın yakıştığı yeri bulmasının ne denli zor olduğunu ve mühim olduğunu hep ama hep savunacağım. 

Bilmen gerek ya da bence öğrenmiş olmalısın. Ezoterik bir doktrin bu; seven, kaybedildikten sonra kıymetlenir. Artık çok geçtir.

                                                                                                                                      2.Eylül,2018'den 

             Haftalar öncesinden arabanın bagajına neleri, nasıl koyacağımızı anlatıp durdum tam sen uyuklarken. Hatırlıyor musun? Bana dönük uzanmışsın, pike sırtına dokunmuş dokunuyor misali.. Kollarına sığınmak dururken birden fazla mimikle buzluğu köşeye, şemsiyeyi en dibe, paletlerimizi ve zıpkını sağa doğru, diyip duruyorum.





 Bir insan hiç mi dinlemekten yorulmaz? Göz kapaklarından aşağı filler su kaydırağı kurmuş oyun oynuyor, sen gözlerime yana doğru kıvrılan dudaklarını bahşediyorsun. Boynun sıcacık.. Hemen burnumu sürtüp öpüyorum. Kıyafetlerimizi koymayı unutmazsın umarım bu yerleşim planında, diyip benimle dalga geçiyorsun. Suratımı asmama ramak kala kollarını uzatıp beni yerime çağırıyorsun. Sana doğru siniyorum. Sana sığınıyorum. Yavaşça, hırıltılı sesinle; sakın yastıklarımızı almayı unutmayalım yoksa bana bir yıl söylenirsin, diyorsun. Kahkahamı ölçemiyorum kapılıp gidiyoruz. Sen, ben ve tatil planlarımız. Gülüp bir sabaha daha ulaşıyoruz.



            İlk kez sana hayatımın her yılında iki hafta için neden bu kadar beklediğimi, orayı neden sevdiğimi, nasıl bu kadar ben olduğumu orada anlatma değil, yaşatma fırsatı bulmuşum. Nasıl sevinmeyeyim ben, nasıl plan yapmayayım sana pişireceğim balıktan tut bira alacağımız yere kadar.. Sahi içmek yok diyip durmanı bir şekilde ekarte etmem gerek ama bulurum bir yol bence. Sahilde şemsiyemizi kur sen, ben büyük taşları etrafına koyayım ince iplerle tutturalım sonuçta sabah ondan akşam ona kadar orada olacağız, söz verdin. Uçup gitmesin. Sandalyelerimizi alalım diyorum ben hani şu yönetmen şeylerinden, şezlong arabamızda yer kaplar sevdiğim, olmaz. Daha annemlere hakiki zeytinyağı götüreceğiz. Sen benden daha beyazsın. Herhangi bir yanık problemi ile karşılaşmayalım, canın hiç acımasın. Baştan aşağı ben seni kremlerim güneşe karşı. Hatırlıyor musun, bir sene gittiğimde üç kez soyulmuştum ve döndüğümde hala deri atıyordum, ahahah, küçük bir patates gibi oldun diye dalga geçme sırası bana geçmesin, aman.
                     Olta atalım, diye tuttur mesela sen.. Ben ise bugüne kadar ağ, dalyan, zıpkının içinden geçmiş biri olarak olta hakkındaki sıfır bilgim yüzünden seni pür dikkat dinleyeyim, izleyeyim.
Sahi turkuaz şortu alalım diye direttiğimde bana yapmadığını bırakmamıştın bak ne güzel gözlerinle uyum içinde oldu gök gözlüm, deniz gibi bakanım. Sen bilmiyorsun ama ben o çok beğendiğin haki yeşili şortu da aldım. Saçların sanki güneşte daha da mı sarardı. Vallahi Çanakkale'de asla yabancılık çekmeyeceksin, sapsarısın balım. Sakalların bu iki haftada uzar bence. Hele şükür sakal tıraşı olmak zorunda olmadığın hafif turuncuya kaçan sakallarına saçlarım takılacak. Çok heyecanlıyım. Mükerrem dedemin sağlığı yerinde olsaydı o sana en güzel olta atma tüyolarını verirdi. Olsun oğulları ile idare ederiz. Söz veriyorum çok uzatmayacağım. Gördüğüm herkes ile az az konuşup en çok sana zaman ayıracağım. Çok istersen adaya da geçerim seninle söz. Kaç yıldır gelir giderim birkez gitmedim. Buralara ihanet gibi geliyor, ne yapayım? Mesela sen, akşam üstü vapur camına yansıyan gölgemin fotoğrafını çek sonra bunu da anılarımıza ekleyelim.
  Denize birlikte mi gireriz? Dayanamam kesin ben senden önce ayaklarımı sokarım. Ah, bakma öyle tamam hadi bir kumsal boyu tur atıp öyle girelim. Tabi bu boy epey uzun en iyisi iki ileri bir geri olsun. Denizde gözlerin şeffaf mı olacak yoksa gri mi, hadi suya adamım hadii!!! Ben bu merakla iyi geldim bu yaşa. Sen benden önce çıkıp havluna kurulanıyorsun, ben geldiğimde havluyu koşarak bana saracağını düşünürken suratıma fırlatmanla kahkaha atmaya başlıyoruz.



Çabuk gel bak. Ben bunları yaşayalım çok istiyorum. Anzak koyunun on kilometre ötesine çok büyük oteller yapacaklarmış. Yol çalışmaları başladı bile. Buralar eskisi gibi olmayacak. Sana sessiz koylarda sevmediğin meyveleri yemen için ısrar edemeyeceğim. İncir altında çay demleyip içemeyeceğiz. Bitiyor buralar. Yok oluyor huzurum. Gel, yetiş. Paylaşalım. Sonra beğenmezsen bile benim içim rahat etmiş olur. İçimden diyorum içimden. 
                 Ah, diyorum geç kaldım ona, o bana geç gelmese bari.



                                                                                                                                                     Bugün


                    Doğum günün kutlu olsun, sevgilim. Ben değerini bilmeyenin..


1 Ekim 2019 Salı

Bahar ile Alıp Veremediğim Şeyler Varmış, Yeni Dile İndirgedim




Biraz yoruldum, bugün. Anlamsız bir hayat telaşı içindeyim her zamanki gibi. Pek değişen bir şey yok.
Bir ara doğum günü kutlamalarına beş dakika uğramak yerine pastanın gelişini izlemek için işi bıraktım. Daha çok zamanım olacak, yarım kalmalar olmayacak diye düşünüyordum. Hatırlıyor musun, bilmem; yarım kalışları pek sevmem. Neyse, başarılı olamadım, tamamlamada.
Hastaneye gidip gelmeye devam ediyorum. Evet, kendime iyi bakmıyorum. İyi, dereceli bir kavram bence. On üzerinden bir şeyler veririm,hatrı kalmasın. Doktor Barış ile birlikte değiliz. Sevgilisi sanıyorlar beni hastanede, evet düzeyli bir ilişkimiz var çıkarlarımız söz konusu olduğunda. Onun da işine geliyormuş. Ben de bozuntuya vermedim. Canım istediğinde damardan kas gevşeticiyi alabilmek daha makul geliyor. Can bu, gece yemek yemeyi çekiyor, olur olmaz bir toplantıda dondurma istiyor, buluşup kuytu bir kafede - rahatsız sandalyenin tepesinde - saatlerce hayattan sohbet etmek çekiyor, uzayan saçlarının sebebini bilmek istiyor. Arada bir canım bile bana acıyor, dayanılmaz bir sancı kol geziyor. İşte o zamanlarda kas gevşetici iyi geliyor. 
İlk kez bir bahar alerjik reaksiyonlarım boyumu aşmadı, sorunsuz günler geçirdim. Beni Mayıs ayında kilit altında tutma fikrini haksız çıkarmak için evren bana kıyak geçti, bence. Hayatımdaki yok oluşuna adapte etmiş her bir şeyi baksana, minnettarım. 
Aslında çok da anlatmak istemiyorum halimi, biraz konuşasım var o kadar. İçimde kaldıkça beni yoran kelimeler bunlar. Merak edersin belki diye biraz anlatayım dedim sadece kendimi. Sahi merak etmekte misin? Saçlarımı kestirmedim ama kızıla boyatmak aklıma esiyor. Annem bunun bir depresyon hareketi olduğunu söyleyip beni vazgeçirmeye çalışıyor. Neler gelip geçti de ben köklü bir değişime gitmedim şimdi mi yapacağım bunu, dememi bekliyor. Sanırım. 
Sen de böyle düşünürdün, sanırım. Arada aile üyelerime hak verirdin, öyle hatırlıyorum. Sahi;  birkaç satır benden bahsedecek kadar beni hafızanda barındırıyor musun, annemi hatırlıyor musun? 
Yeni tanıştığım insanlar ya da bir şekilde sohbet ettiklerim hayatımda yer edinmek için çaba gösteriyor. Dostlarım duruyor. Umursamadıklarım var, selam sabah es geçmiyorlar. Sessizce eve yürüyemiyorum, mahallede top koşturduklarında azarladığım çocuklar hatrımı soruyor. Merak ediyorum, yılda bir hatrımı soracak kadar bile mi yer edinemedim benliğinde, nasıl bir irade bu, ya da ben nasıl bir nefretim sende..? 
Eylül bitiyor. Eylül bu elbet bir şekilde yaprak döker, yazmış bir yazar, bunun üzerine bir kalorifer sohbeti iyi giderdi. Yanında güzel bir kahve misal, ya sen Amerikan çekirdeklerini sevmiyordun di mi? Ah, hele tatlı sevmeyişin.. Başıma kötü bir şey geldiğinde o gün yiyemediğim tatlıları düşünür hayata tutunurum ben.. Bu yüzden de bu kadar çekilmiş, merak etmiş olabilirim seni. Tatlı sevmeyen biriyle pek denk düşülmüyor afedersin, rahatsız etmek istemezdim. Kendi hayatıma dahil olunmasına, daha çok vakit geçirelim diye absürd planlar yapılmasına alışkınım. Hayır, bu bir ego tatmini değil. Kendimi poh-pohlamıyorum. Bu davranışı birisi için yapacağım hiç aklıma gelmezdi, sadece tuhaf olduğunu dile getirmeye çabalıyorum. Hayatında yer edinmeme izin vermen için gözüne sokmadan uğraşmak.. Ve senin beni istememen, reddetmen, yok sayman, sana bakmayayım diye kendine kaçak kat çıkman apayrı bir mevzu. Sorun olarak gördüğüm, içime sindiremediğim istenmemişlik değil. Kaybetmek, reddedilmek, kaybolmak, kendini bulamamak ve daha nicesi hayatta mevcut. İrili ufaklı yaşıyoruz bir şekilde bu problemleri. Anneannem olsa hemen yapıştırırdı, dert sik gibi, herkes kendininkini büyük sanıyor, diye. Ağzım her zaman bozuktur bu arada sen rastlamadın sadece, ayıplama. 
Kendini güvende hissetmek adına beni hayatında istemiyor olabilirdin. Eyvallah. Yılda bir kere bir kelime edemeyecek kadar yoğun olduğun için üzerimi çizmiş de olabilirsin. Napsam fikrini değiştiremezdim o gün, dün hatta bugün. Kararlı biriydin. Doğruyu söylemek gerekirse artık çok da canımı sıkmıyor bu mesele. Çözümsüz kalsın, burada, böylece. Sadece veda anlayışına bir sarılmayı, gözlerinin içine bakmayı, içine sine sine ayrılmayı, eklemeni tavsiye ederim. Hak ediyordur hayatına birkaç nefeslik katılanlar. En sevdiğin yemeğin ne olduğuna karar verememen üzerine okulun girişine mangal yaktırıp hamaklar kurdurma fikrim gecenin bilmem kaçında telefonuna bildirim olarak düşmemiş miydi? Yaptığım işin sadece dost edinmek için olduğunu sana göstermekle günlerimi harcamamış mıydım, tanışmamıza çok kötü giriş yaptığımdan? Sevdiğin diziyi sevmedim diye ayıpladığında huzurumu kenara koyup dertlenmiştim de.. Her şeyi geçtim gerçekten. Upuzun geleceğimi karartmamam uğruna yazdığın satırlar kopyala yapıştır mıydı, birkaç gün sürebilen sohbetimizde? 
İçim sıkıldı, birkaç dize görünce. İçimde kalmasın istedim artık. Hak etmediğim vedalar oluyor benim hayatımda da işte. Her şeye yetişmeye çalışırken hayat telaşında beni es geçen sevmeye niyet ettiklerim var baksanıza. Yılda bir iki görüşüp birbirimizin fikirlerine değer verdiğimizi göstersek kötü mü olurdu? Klasik bir buluşma mekanımız, günümüz, saatimiz olsaydı.. Gelmeyen olursa bir dahakine kadar kâale almayıp görüşünce birkaç dakika tavırlaşsaydık. Çok mu kitapvari olurdu..? Hayatımıza aldığımız yanlış adamlar ve kadınlar üzerinde konuları deşmeden tecrübe etiketi yapıştırıp geçecek kadar olgun davransaydık.. 
Ben şahsen çok isterdim, iyi bir dost olabilirdik. Olmamışlığımız içimi sıktı dediğim gibi.
Neyse, bugününde olanlara imreniyorum ama bugününde de yarınında da olmayı istemiyorum. Çünkü ben sana her zaman saygı duyuyorum, bu senin kararındı. Kabul etmelisin bence ama bunu hak etmedim ve gerçek
sebepleri duymakta bir zamanlar hakkımdı. Ben "birbaharhikayesi" değilim, bu söylemin kırdı. Köprünün altından da çok sular aktı.
Yolun açık olsun, hep, her zaman, mutlu ol.

Bu kadar doluluğu dökme sebebim olan dizelere gelirsek..

"Ben birinin hiçbir şeyiyim,
en çok da bu koyuyor..
Ortak tek bir fotoğrafımız bile yok. Bugünlerde ben adsız bir özlemim, 
Yağmur yemiş bir deniz gibiyim. "




*Fotoğraf olmamasının sebebi pek bariz değil mi?

11 Eylül 2019 Çarşamba

SULTAN


Tanıştığımda onunla, şimdi benim hiçbir şey almadan ayrılmak istediğim yaştaydı. 
Ardı arkası kesilmeyen yeni yaşı karşılama tripleri vesilesiyle bunu fark ettim. Doğum gününde ne yapacaksın, çalışıyor musun,geldin mi, ne yapıyoruz, plan ne, diyip duranlara cevap verirken fark ettim. Ben ki; bir insan yirmi ikinci yaşını kendi eliyle kendine ne kadar zindan eder, diye içimde kazı çalışmaları yürütüyorken hayat yine kendini hatırlatacak bir şey bulmuştu. 

Birkaç ay su üzerinde geçirince karaya alışmanın ne kadar zor olduğunu anlata anlata getirdiğimiz eşyaları arabadan eve taşıyorduk. Yanımdan daha önce binada görmediğim iki kişi geçti. Eşyalar azalıyordu, tanımadığım geçen insan sayısıysa artıyordu. Karşı dairemizin kiracısına kavuştuğunu anlamak zor olmadı ama gelip geçen insan kalabalığını anlamlandırmak epey zamanımı almıştı. İşte Sultan karşı daireme ben şehir şehir gezerken ailesiyle taşınmıştı. Dört erkek kardeşi, iki yengesi, annesi,babası, kız kardeşi, yeğenleri derken yirmi kişi ile hemen yan evdeydi. Herkes evde kalmış diye bahsediyordu, annesi anlatırken bana benzemeyen tek kızım diye lafa başlıyordu, o; ben Sultan'ım, diyordu. Babası...
Marabamın oğluna takıldı kaldı, sanki ben onu veririm o aileye, diyip duruyordu. Her cumartesi konfeksiyondan aldığı haftalığı babasının eline sayarken içinden kendine kontör,sigara,ped parası aldı diye laflanıyordu, babası. Sultan daha çok sigara çekiyordu içine. Gülümsüyordu. Çalan telefonuna cevap veriyor,uzun uzun konuşuyordu. Pazar günleri akşam üstü kıyamet kopuyordu bir duvar ardımda. Evlenmiyorum, sesleri duyuluyordu. Çarpan kapılar. Gelip giden akrabaların ayakkabıları bizim kapıya kadar  uzuyordu. Hafta içi ses soluk yok. Sultan öğle yemekleri için eve gelirken yine telefonda, şen şakrak. Böyle böyle zaman geçti. Bir gün uzun uzun konuştuk Sultan ablayla. Çok sevdiğini anlattı. Beş sene, dedi. Hala bekliyor beni Ezgin, annesi gelmek istemiyor artık üç kere yaka paça kovdular, iş bile vermiyorlar ailesine artık bizim oralarda, dedi. Günlükçü gidiyorlar, dedi. Elinde de tuşlu telefon. Ben sizi görüntülü konuştursam nasıl olur, diye başladım. Başladık. Bir yandan soy ağacını kafamda çiziktiriyorum. Yengesi aslında kuzeni. Sonra şey vardı birde ımm iki kere istemeye gelen aslında amcasının oğlu. Ondan üç yaş küçük. Daha neler neler..
Görüntülü konuştular, arada bir hediyeler gönderdi Ezgin abi, ben okuluma yakın kargo dükkanlarından aldım eve getirdim çoğu kez. Bizim evde açıp kendi evine götürdü, annesi çöpe attı. Sesler arttıkça arttı. Sen bizi buluşturursun, sabah gelecek yarın, sen gel izin al bizimkilerden seni seviyorlar, diye mesaj attı. Nasıl heves ettim anlatamam. Sanki benim sevdiğim bana geliyordu. Okuldaki fizik sınavını kafamdan attım, nerede onlardan birine yakalanmazlar, nereye götürsem de güzel vakit geçirseler diyorum kendi kendime. Dersane etütünde hoca çemberin içindeki yamuğun alanını integralden çözüyor bense Mecidiyeköy'den Emirgan'a giderken vazgeçip Çamlıca tepesinde hava alıyorum. 
Evden izin aldık. Annem kızım girme bu işe ailesi anlarsa seninle görüştürmezler sana bilenirler diyor içten içe de tebrik eden bir gülümsemeyle çırptığım keke un eliyor. Sabah oldu. Buluşuldu. Kahvaltı, sohbet derken Emirgan'a bile gittik. Ben onları başbaşa bıraktım onlarca fotoğraflarını çekip. İki saat sonra buluştuk ev yoluna koyulduk. Yürek yemiş gibi sokağa kadar birlikte geldik. Aylar geçti,yıllar geçti. Ara sıra yine köprü oldum. Sultan abla onlara izin vermeyen ailesini karşısına aldı, 23' üne girdi, gülümsedi. Her telefon çaldığında evdekileri umursamadan konuşmaya devam etti. Çalıştı, çok çalıştı. İşten gelince bilerek eve yığdıkları misafirleri de ağırladı. 24 oldu. Ezgin abinin ailesi bu sırada iki kez de İstanbul'da şanslarını denedi. Sonra birgün Sultan ablanın küçük kız kardeşi daha on beşindeyken kuzeninin oğluyla sözlendi. Çocuk, çocukla sözlendi. Biri on beş, biri on üçken. Kulakları getirilen altın küpeleri taşıyamadığından kanadı. Yine de vazgeçmediler. Çünkü bir evin bir oğluymuş. İki sene sonra nikah diyip dolaştılar. Çok iyi insanlardı da işte bu gelenek diye tutturdukları benim aklımı zorluyordu. Rahat uyuyamıyordum yatağımda. Sultan abla gülmüyordu artık. Sınava ise çok az kalmıştı. Bir ay geçti geçmedi bize geldi Hazal teyze. Sultan'ı köye gönderdi birkaç günlüğüne, geri geldiğinde hiç gülmedi. Dünürüm diyip duruyordu, arada Ezgin'in ailesini kötülüyordu. Dayanamadım. Şimdi tam hatırlamıyorum ama epey tartıştık. Şekeri çıktı. Bizden çıktı, gitti. Şikayet edeceğim sizi çocuk evlendirmekten, dediğimden bizden ayaklarını kestiler. Anneme selam vermediklerinden yakındı annem. Birgün Ezgin abi aradı, Sultan benden ayrıldı, neler dönüyor orada, dedi. Olanları konuştuk. Sonra Sultan abla da bu işten vazgeçtim, diretmenin alemi yok, diyip durdu. Hiç mimiği oynamadı. İşe geldi, gitti, epey zayıfladı, kapandı, içine de kapandı. Patronu istemeye geldi. Verdiler. Hayret. Onların memleketi dışında biriydi. Ama patrondu, verdiler. Hemen nişan yapıldı, düğüne hazırlık yapıldı. Sultan abla hiç gülmedi. Bana da hiçbir şey söylemedi. Çok anlatmasını istedim. Bu konuları artık düşünmüyorum, dedi. Düğününe gitmedim. Kocasının memleketinde de düğün yaptılar. Oraya da gitmedim. İki yıl sonra dedikleri kız kardeşinin düğününü de yaptılar bir ay sonra. Sultan abla yine gülmedi.
 Yıllar geçti. Ezgin abi beni hep arar sorar. Arada çay da içeriz. Çanakkale'de çevreye uyumlu bina projesi sayesinde yurtdışından teklif alıp gitmişti. Sultan nikah masasındayken o Irak'taydı. Geçenlerde duydum Sultan abla hamileymiş. İlk çocuğu. Yıllar sonra. Ezgin abi İngiltere'de iyi bir okulda ders veriyor ve bir liman projesinin başında. Zamanında marabamız dedikleri ailesiyle. Umarım her zaman daha güzel haberlerini alırım.
 Patron dedikleri damatlarıysa haftalığa çalışan işçi olmuş İstanbul'da geçim derdinde. 
Ah, kardeşimden küçük o sapsarı güzel kız.. Çocuğun iki çocuğu olmuş. Gülüyor mu? Bilmiyorum.

Yirmi ikisinde de ondan önce bile hem babasına hem düzenlerine kafa tutup seviyorum diye bağıran, her talibine ayak direten, çalışıp didinen yine de kaçmayan o güçlü kızcağız nasıl kendinden vazgeçti, bunu gördüm. Bizim arkadaşlığımızdan vazgeçmiş olması çok da koymadı. Çocuğu kendi gibi olmasın diye hayata tekrar tutunur mu, bilmiyorum.
Ümidimdir, yeni Sultanlar olmasın, ben denk gelirsem dahi daha güçlü davranayım yaşanacaklara. Kenara çekilip çocukluk yapmayayım.
 Ümidimdir, yeni yaşım için ilk önce bunu diliyorum.

29 Ağustos 2019 Perşembe

Yağmur Damlası


Kimsin, bilmiyorum. Öğrenmek için hevesli miyim, pek sanmıyorum. . Bence o'nun tarafından sevilmek sahip olduğun en değerli servetin. Kaybetmeden anlamanı ümit ediyorum. Ve bu satırlar o'ndan sana:


"Yazın öğle saatlerinde önce bir sıcaklık çöker sonra sabah beklemediğin ama sıcaklıkla anladığın yağmur bastırır ya hani öyle hissediyorum şuan kendimi...

Zaten ilişkimiz de böyle değil miydi ? Sorun şu ki ben o sabahlarda yaşadığım yaz günlerini daha önce hiç görmemiştim. Harika..

Ve yağmurun da her türlüsünden nefret ederim.

Hani böyle inanılmaz bir sabaha uyanırsın; dinç, istekli... Oraya da gideyim, buraya da.. Onu da göreyim, bunu da, en güzel elbiselerimi giyeyim... Çıkarsın ve yağmur başlar, güneş gözlüğün elinde patlar, hevesin kırılır. Heh, işte tam öyle bir şey bu. Bulutların üstünden paraşütsüz bir anda yere çakılmak gibi.

Aslında yağmur damlalarından farksız.

Bulutumsun sen benim, ihtiyacım var sana. Birgün göndereceksin beni. İkimiz de biliyoruz bunu ama sanki bir daha hiç yağmur yağmayacak mı?

Keşke hep havanın kapalı olduğu ama yağmurun hiç yağmayacağı bir yerde olabilseydik, seninle."


30 Ocak 2019 Çarşamba

KARS’A NASIL GİDİLMEZ ANLATIYORUM

                                                                  


Ağustos sıcağında dahi ayağından çorapları eksik etmeyen halim hep alay konusu olmuştur. Hep üşürüm. Üstelik sıcak havayı hiç sevmem. Senin olayın ne, anlamıyoruz, diyenlere hep; denize girdiğim zamanlarda yazcıyım sonrası başka bir sevda, der geçerim. Belki de kat kat giyinip mantargillerden olmak bir alışkanlık oldu, bilemiyorum. 
İki senedir yurdumun dört bir yanında kış gibi kış yaşanmıyor olsa bile popüler kültürün kırbacımı diyeyim size yoksa bir meraka yenik düşmek mi, ah ya da şey instagramın bana verdiği yetkiye dayanarak tutturdum Kars'a gideceğim, diye. Ama ne gitmek ne gitmek...
Bir Karslı benim kadar memleketinin hasretine bürünemez. Doğu Ekspresi denilen yılların treninin tuvaletindeki sabun markasına kadar notlar alıyor, hangi kompartıman trenin neresinde- görevli abiyle nasıl konuşsak hoş olur-nereden geçerken fotoğraf çekmek gerekir-hangi diyardan zamanında trene kim hikayesini bırakmış-cağ kebabının siparişini kaç adet vermek lazım, acısı nasıl olura kadar yazıp çiziyorum. Videolar izleyip, bloglar okuyup üstüne Kars'a dair tüm sinema filmlerini yalayıp yutuyorum. Dünya üzerinde Norveç'ten sonra bir tek burada kristalize kar olmasından tutun taaa hangi köyde hangi neneden peyniri almak lazım, gravyer kimde yenir, kimin mekanında kaz suyuna bulgur bulunura kadar hazırlık yaptıktan sonra planın ikinci ayağına bir geçişim var hani ören yeriydi falan fistan oooo. Edindiğim bilgiler ışığında bir yandan tren biletini alabilmek için her gün alarm kuruyor ve siteye giriş yapılan kutsal saatte hem mobil uygulamadan hem de bilgisayardan imkanları zorluyorum. Her hüsran ile sonuçlanan girişimden sonra Kars bavuluma başka bir kışlık malzeme koyuyorum. Bir rutin halini aldı gidiyor eksikleri tamamlamak. Kars’ın hakkını vermem lazım sonuçta.. Bazı sabahlar uykuya hasretimden kendimi bilmeyerek içlik, keçeden ayakkabı tabanlığı, kar montu hatta elektrikli tek gözlü ocak sipariş etmişliğim vardı. Dili olsa da konuşsa o zavallı internet geçmişim..
Bir yandan bavul hazırlıyor bir yandan Kars haritamı gözden geçiriyorum, bir yandan da kalacağım, gideceğim, gezeceğim, yiyeceğim mekanların tarihini okumaya devam ettiğim birkaç hafta birbirini takip etti gitti. Evdekiler ise artık bunun benim için bir namus meselesi haline geldiğini anlamakta direnmeye devam ediyorlar. Orada burada Doğu Ekspresi'nin son bir iki yılı olduğunu söyleyenler çıkıyor yok efendim tur şirketlerine biletler peşkeş çekiliyor, diyenler derken ben iyice deliriyorum. Alternatif rotalar çalışıyor her akşam okuldan ya da işten geldikçe Ankara,Erzurum,İstanbul illeri arasında her türlü kombinasyonlarda uçak bileti bakıyorum. Bütçeyi dengede tutabilmek ve Kars'ın hakkını verebilmek adına düşündüğüm paradan şaşmamak için dışarıdan kahve tüketimini en aza indirgemeye ikna çalışmalarına girişiyorum. Her sabah bilete bakmaya devam ediyorum. Etrafımdakilerden kimle gitsek minvalinde sohbete düşünce hemen bilgi aktarımlarımı en aza çekiyor ve kendisi benim kadar istekli mi, Kars'ın hakkını veriyor mu, yokluyorum. Bu artık bir gezintinin ötesinde, kültür turu desen o hiç değil. Bu bir keşif gezisi. Kendi direncimi, kendi azmimi, kendi organizasyon bilincimi. Her selam edene eyvallah edemeyeceğim bir şey. Zaten üç gün bilet bakan dördüncüye uzak aslında yia, diyip kaytarıyor. Her geçen sabah umutlarım bir kere daha düşüp kalkıyor ve babam pazar sabahı bile beni bilgisayar başında elimde kredi kartıyla görev yerimde görünce dalga geçmeyi bırakıp halime üzülüyor. Gideriz belki biz arabayla bu kadar merak ediyorsan, diye ağzında geveliyor. Bir gün, iki akşam hatta birkaç zaman daha derken üç aylık uğraşım sonucu ilk kez bilet alma anında en sona ödemeye yaklaşıyorum. Hiçbir şekilde sayfa yenilemeden tık tık tık diye kart numarasını giriyorum ve tamam. RESMEN TAMAM. Bilet alıyorum. Ben ya ben.. Ben Kars'a bilet alıyorum. Bir sevinç dansı ile taçlandırdığım bu andan sonra bakışlarım ekrana dönünce kendimle yüzleşiyorum. Kendime karşı hiç bu kadar savunmasız olduğum başka bir an hatırlayamıyorum. 
Örtülü kuşetli vagon. Dört koltuk. Alttakilerden iki yatak olabiliyor yatakların diğer ikisi üstten açılıyor. Kapatabilmek için vagonu iki çocuk kaydı yaptırmışım. Bu günlerce okuduğum bloglardan bir püf nokta idi. Aferin bana, bilgi değerlendirilmiş. Kendi kaydımı yaptırmışım. Öğrenci olarak. 
Sonra bir de yetişkin, erkek kaydı var. İsmi, ikinci ismi, soyadı. Hatta kimlik numarası bile. Böyle tık tık tık tık diye yazıvermiş elim. Beynim resmen onu aylardır planıma dahil etmiş. Onunla üşümüş. Onunla düşünmüş. Onunla kayak öğrenmeye gitmiş, düşmüş. Onunla gülmüş. Onunla şu otel daha temiz, diye tartışmış. Hatta kalkıp aralığın on yedisinin biletini bulmam bile bence bilinçaltımın bir oyunu. Diğerlerine uğraşmamış. 
Kendimle zırhlarımı giyemeden savaşmaya çalışmak çok incitici oluyor, kendime bu kadar savunmasız kalmak..
Sıyrılıp bir an Kars'ın hakkını vermek dosyama takılıyorum. Haritadan hep gezdiğim sokaklar aklıma geliyor, harabelerde güneşi batırışım, vereceğim dilim dışarıda pozlar, tren için yapacağım yolluklar, marketten alınacaklar hatta O'nu arayıp gelir misin, demek. Gel, diyememek. Kahkaha atıp duruyorum, öyle böyle değil. Ya sen adama eyvallah bile deme, veda etme hatta hızını alamayıp eski sevgili kategorisine sokma ama onunla içinde yaşa çatır çutur. Ne ala memleket, vay beee.. Bilgisayarı kapatıp, masayı kurup çayın demlenmesini beklerken 'Hakkımı veren Kars' dosyamı düzenleyip özet tablolarıyla ve yol tariflerinin olduğu, aranacak kişilerin, alınacak malzemelerin, rezervasyon yapılacak otelde danışmadaki adamın numarasıyla biletlerin numaralarını yeni notların arasına iliştiriyorum. Geri kalan her bilgi tanesini katlayıp kütüphanemin en üstüne sıkıştırıyorum. Çay içerken annemle, gitmiyorum vazgeçtim, bilette tamam ama sınavıma denk geliyor, kısmet değilmiş, sen kısır arkadaşlarınla git istersen dosya burada, diyorum. Taramalı tüfek misali laf atıştırıyor.
O biletler kaldı arkadaşlar, ben gitmedim. Umarım pulman yolcularından birilerini koymuşlardır da her yere ışıldak takanlara yar olmamıştır. Amiiin.
Neyse bu da böyle tırt bir anıydı. Şey ya, anlatınca o kadar da komik değilmiş 

*Fotoğraf Bedirhan ÖNER’in kadrajındandır. Diğer çalışmaları için:
https://www.instagram.com/bedirhanoner/

29 Kasım 2018 Perşembe

GEÇTİKLERİMİZ






Telefonumun hafızası, internetimin hızı kadarım. Gazete almayalı bir yılı geçmiş. En son çalıştığım bir okul kütüphanesinde gelen giden okusun diye alırdık. Gelen kişi sayısı yirmiyi geçmez, kitapları geçtim gazeteye bakanların sayısı beşi bulmazdı. Yine de her sabah gazete gelirdi,yeri belliydi. Bugün yine gitsem aynı düzen yerindedir, eminim. Mahallenin kasabında da durum aynı. Beyaz et kapıya hep en yakın olan yerde sıralı. Televizyon hep kasanın tepesinde asılı. Düzenler aynı,kokular tanıdık, fırıncı yine döktürmüş cadde boyunca odunlarını.. Yüzler mimiksiz. İnsanların tahammül kırıntıları yok. 
Yok da yok. İhtiyaç duyulan elinin kolunun ulaşamadığı bir yerdeyse en fazla bir ay sonra okyanusu aşıp kapıya teslim. Bir ölen geri gelmiyor. Önceden olmuşa da çare yok, derdik. Olmuşları unutmayı öğrendik. Çatır çutur unutuyoruz, yapılanları,yapılmayanları, hataları hatta insanlığı. Fotoğraf albümlerini düzenlemek, basılmış fotoğrafın arkasına bir iki şey çiziktirmek, aman ön yüze geçmesin endişesini duymak... Evde en çok bozulan makinenin tamircisinin numarasını ezbere bilmek, annenin, babanın,öğretmeninin,en yakın arkadaşının ev telefonunu gözünü kapatarak şıp diye hatırlamak...

Pek ilgimizi çeken durumlar değil artık yukarıda bahsi geçenler. Bizler hayata ayak uydurmaya çalışırken birer birer hayatta kalma fonksiyonlarımızı kaybediyoruz, zannımca. Hiçbir şeyin ortası yok canım ırkımda. 

Geçen gün üzülmeyi beceremedim, unutmuşum. Gün hatrıma uğramıyor. Hafızam pek iyi değil. Okuduğum her bir kitabın karakteri birbirine girdi. En son izlediğim dizilerin karakterleriyle halay çekecek gibi oldular kafamın içinde. Hemen düşünmeyi bıraktım. Unuttuklarım uzun vadede canımı henüz sıkmıyor. Günlük atraksiyonlar yaşıyorum en fazla. Telefonumu işte o geçen gün markette taze fasulye seçerken kırmızı biberlerin içine koymuş eve gelmişim. Hatırlamak epey zamanımı aldı. Yolda gelirken dilenen bir çocuk gördüm. Ayağımda bot,kabanın üstüne Kızılay dağıtmış gibi bütün millette olan şallardan atmışım. Evimden market hava ve zemin elverişliyse on dakikayken ben hafif yağmur var diye kendime kat üstüne kat çıkmışım. Çocukta yanları koptu kopacak terlikten bozma bir lastik. Okul pantolonu küçük gelen birinden ellerine geçmiş olduğu bariz bir yırtık deryası. Beli poşetle tutturulmuş. Bak beli diyorum,çocuğun beli. Zaten koptu kopacak. Bir zamanlar mavi olan ağarmış bir kısa kollu sırtında, etek uçları beline tıkıştırılmış. Yerler ıslak. Saçak dibi diye bir şey yok cadde üstünde. Hiçbir dükkan sahibi insan istemiyor artık kapısının önünde,bıktık artık bunlardan modundalar, çocuk ayakta dikili. Gelip gidene bakıyor. Eli havada. Sesi çıkmıyor.
Üzülmeyi unutmuşum. Gözlerine bakmıyorum. Zaten evi vardır,diyorum. Yutkunuyorum. Biri onu izliyordur, diyorum. Karşıdan karşıya geçmek için ilerliyorum. Aman daha eve gidip ütü yapacağım, diyorum. Caddeden geçip büfenin yanındaki fırına giriyorum. Taze ekmek alıp çıkıyorum.
Nice dükkan sahibi ile. Tüm caddeden geçenlerle. Hep birlikte çocuğa bakıyoruz. Hep birlikte. Ellerini hepimize açmış ama geçip giderken doldurmadığımız avcun sahibine. Bir yılı aşkın zamandır almadığım gazetenin yapraklarına göğsünde yer vermiş çocuğa. Boynu yan düşmüş, yakasından görünüyor gazete kağıtları, hafif kızıllıkta. Bir parmak hareketi ile çeşit çeşit gezdiğim gazetelerden birinin yemek tarifi veren sayfası kalbinde. Geçerken birinin caddenin ortasına yanlışlıkla düşürdüğü 1 Türk Lirası ona uzakta. 
Yanlışlıkla. 
Bir lira. 
Ekmek parası dahi değil, bir lira. 
Epey uzakta. 
Kötü bir şey olduğunda herkesten çıkan ah-vah sesleri etrafta, bir işi olmadığını düşünenler yoluna koyuldu bile. Ütü var dağ gibi evde, kafamda. Düzen, demiştim ya hani hep bir yerlerde devam etmekte. Gazeteler basılmakta, önünden bir lira vermeden geçtiklerimizde. 
Caddeye büfeci abi bir kova su döktü fırından isteyip arabalar kaymasın diye. Çocuğun kanından. Taş çatlasa otuz kilo etmeyen çocuğun kanından.  Çocuğun göğsüne sıkıştırdığı gazetelerin satılmayanlarını dükkanının önünden kaldırmaya kaldığı yerden devam ederken; daha önce hiç de görmediydik burada, diyor. Yağan yağmurdan camları ıslanan fırıncıya bakarken. 
Günler geçiyor. Düzen ya hani devam ediyor. Bizim evde taze fasulye biteli çok oldu. Kaç tencere kaynadı üstüne bilemiyorum. Mahalleli soğuk havaya kaçak kat çıkıp karşı gelmeye başladı. Her şey aynen devam. Bayram amcanın kızı da kocaya kaçmış. Hepimiz bunu konuşuyoruz. Adını bile bilmediğimiz çocuk için hepimiz susmuştuk. Susuyoruz. Üzülmeyi unutmuşuz, insanlığı, yardımı ve çocuğu. Sanki hiçbirimizin ayıbı değil gibi sanki hepimizin içi rahat gibi. Bohçasına ne koymuş gitmiş, diyor perdeci tütüncüye. Baksana ne kolay unutmuşuz bir liranın değerini, değersizliğini. O çocuk için önemini.



*Fotoğraf Habib KOÇAK'a aittir.

17 Kasım 2018 Cumartesi

GİDENLER, ANİDEN GELENLER , HAYATIN İÇİNDEKİLER



   *Ağlayarak,gülerek,düşünerek,düşerek,giderek,gelerek... Öyle ya da böyle kendimce telifini ödediğim anılarımla buradayım. Denk düştüğüm güzel insanlarımı arada bir kendime hatırlatmak için geldim, belki çok kalmam giderim. Anılarıma hoş geldin :)


Bazı günler geçiyor, sesimi unuttuğum oluyor. Sabahın körü denilen saatlerde uyanıp öğleden sonra cümle kurduğum.. Ki bu mimiklerimin yetersiz kalması üzerine yaşanıyor. Komik. O günlerden birindeyiz sanırım. Konum ise ilk kez evim değil. Annem çaprazımda, kaliteli bir ışık sızıyor odamıza. Hafiften çiseleyen yağmur sesine karışıyor kapı sesi. Sevmem ben, sevdiğim sesleri bölen sesleri..
Kalorifer önü sohbetlerini çok severim oysa. Sıcak olan her şeye tav oluyorum. Lise sonun sonlarına gelmeden yine bir kalorifer önünde üç atıp beş tuttuğumuz bir sohbet sonrası kendimce aşkından ölmeme ramak kalan biri vardı. Nasıl tehlike içindeyiz, anlatılmaz. Birbirimize bakmıyor, arada bir denk geliyormuş gibi yapıyor, akşamdan sabaha mesajlaşıp duruyoruz. Saçmalığın vücut bulduğu hallerimizi millete çaktırmamak için sınav için verilen izni öyle böyle yemişti beyefendi. Sorun olarak kafamızda büyüttüğümüz olay ise onun okuldan biriyle yıllarca sevgili olması ve yeni ayrılması, benim hemen hemen kızcağızla ortak arkadaş grubunda olmam ve bu yetmiyor gibi kendi sevgilimden ayrılma evresinde olmam. Of off of. İhanet, entrika ne ararsanız var, tek vücut paket halinde ortalıkta dolaşıyorum ah pardon dolaşıyoruz. Öyle böyle tercih zamanına kadar geldik, birlikte üniversite yazmalardan tut, ev kiralamaya,yemeği bir gün sen yap,temizliği ben sohbetlerine,gidilecek dünya ülkelerine kadar plan yapıyoruz. Muazzam romantik haller içinde olduğumuzu düşünüp asla dışarıda buluşmaya zaman bulamıyoruz. Ters düştük. Okunacak bölümlerimizde bir türlü anlaşamadık. Sürekli sorunlarımızı konuşup, çözüm bulup modumuzu yükseltebilirken iki gün içinde birbirimizi tükettik. Tükenmiş bedenler halinde var olan şaşkınlığımızla farklı yerlere yerleştik, konuşmayı kestik, gizliden gizliden takip dahi etmiyor hale geldik. Hayat devam etti. Güzel bir yaz tatili geçti. Üniversite heyecanı, ilk vizeler... Eski sevgili ile tekrar denesek mi,minvalinde gitgeller, yeni imaj uğruna aslan yelesine rakip saçları gidip kısacık kestirme, ufak tefek kovaladığım işler derken birgün hayatımda arada kendime sorup boş bakışlarla duvarı izlediğim bir soru mesaj olarak geldi. 
"Mutlu musun?"
İstanbul'da imiş. Birkaçınız bilir ben karşıda okudum. Karşı Kadıköy tarafıdır,aksini iddia etmeyin, üzerim. Kampüsümle arası bir saat var ya da yok. Geliyorum, dedi. Bir çay içelim. Değdi mi bensiz okumak, dedi. Gel, konuşuruz,diyip geçtim. Ders bitmiş, birleştirdiğimiz masalarda Marmara Simit'in demlendiğini iddia ettiği çayı içiyoruz. Saçlarım güzel, dün kestirdim,fönü duruyor. Oje sürmeyen ben masada otururken oyalanalım diye sürdürmüşüm. Kurumaya yüz tutmuş. Her şey güzel kendimce buluşmamak için bir sebep yok. Bir saate geliyorum, çıkma şimdi on dakika sonra çık çok bekleme soğukta, dedi. Aralık ayının ortası, aksilik ki şapka, atkı, şal, şemsiye hiçbir şey yok yanımda. Güya eve erken dönerim pozlarındaydım neyse.. Sonra gribim diye isyan etmeyi iyi bilirim. Okuldan çıkıp Kadıköy'e iniyorum. Trafik leş gibi. On beş dakika geç kalıcam demesini normal karşılıyorum. İki ileri bir geri tekrar iki ileri bir geri gidip geliyorum. Bir saat olmuş. Soğuktan artık kızarıyorum. Hala yolda olduğunu iddia ediyor, ikinci saat dolmak üzere. Soğuktan kırılıyorum. İnat ettim, hala bir yere sığınmadım. Arıyor, biraz daha bekle, geliyorum, diyor. On beş dakika içinde gelmezsen gidiyorum diyip vapur iskelesinin içine giriyorum. 
On dört dakika bitti, ses yok. Akbil basıp Kabataş vapurunun bekleme yerine çöküyorum. O zamanlar Kadıköy- Kabataş hattı duruyordu, Taksim'e ulaşmak için gözde rotaydı. İnşaata kurban gitti. Yanıma beni dahi sarsacak biri çöktü. Upuzun atkısı, kalın bir montu, elinde kitabı var. Bacak arasına sıkıştırdığı hani şeffaf, beyaz saplı şemsiyesiyle dibimde.. Telefonum seslide. Yirmi altı dakika oldu, ses yok. Vapur gelmek üzere. Arıyor. Geç kaldı, reddediyorum. Arıyor. Kaç saattir bekliyorum, reddediyorum. Arıyor. Sinir tepemde, reddediyorum. Mesaj atıyor. Geldim. Cevap yazmıyorum, iyi bok yedin mi diyim bilemiyorum. Arıyor. "Istersen ben açabilirim, bazen aileler- arkadaşlar hatta insanlar laftan anlamayabilir. Ne dersin? "diyor. Gerek yok, sadece sessize alsam yeter diyip geciştiriyorum. Vapura geçmek için kalkıyoruz. Konuşuyor. Konuşmayı seviyor. Benden iki hatta üç kafa daha uzun, heybetli ama genç. Soğuk epey, üstünde pek ince görünüyor, aceleyle çıktın sanırım, hı? Dediği andan itibaren yirmi dakika yan yana gidiyoruz. Vapurun demlenmemiş çayını büyük bir zevkle içiyor. Bu kadar konuşan adam,ister misin, demiyor. Değişik. İnip Taksim'e doğru aktarma yaparken; bak belli ki istediğin gibi bir gün olmamış ben arkadaşımla buluşacağım, belki o seni sıcak bir şey içmeye ikna etek ister, gelmek ister misin, diyor. Evet, dememle başlıyoruz. Değişiğim. Furkan, adı. Zonguldak'tan ara sıra geliyor. Orada hemşire olma gayesinde.  Ya da evden uzaklaşmış olma sevinci içinde. Yirmi birinde. Gözümün kaldığı atkısı annesinin eseri. Arkadaşı bana bakıp, bu kim diyince pek tanımıyorum-vapurda denk düştük, bize ne ısmarlıyorsun diyor yola düşüyoruz. Ben ki yıllardır burada yaşarım diye hava basarım, saçma sapan bir sokaktan iki tane genç irisi adamla geçip derme çatma bir kafeye çöküyorum, bilmediğim. Kahve, çay, sohbet derken ortamda ingilizce-ispanyolca dönen masalarda gözüm kalıyor. Gülüyorlar.  Ortamın olayını anlatıyorlar, annem arayıp 'kızım, eve gel artık; gelirken ilaç al' diyor. Gidiyorum,diyorum. Vedalaşıp numara alıyoruz. İsimlerimizin yanında Kabataş Vapuru yazıyor. Günler geçiyor. Arada Furkan ile sohbet ediyoruz. Kadıköy'de buluşup vedalaşmaya karar veriyoruz. Yine giderken ruhumu teslim ettiğim birkaç sokaktan geçip daha çok gencim diye düşündüren bir mekana varıyoruz; derken o gidemiyor. Birkaç gün daha uzuyor işleri, bu sefer kuleye benim çöplüğüme geliyor, vedalaşıyoruz. 
Yeni yıl dilekleri, doğum günü derken eserekli bir dönemimde Zonguldak'ta beni iki gün misafir ediyor. En sevdiği köpek öldüren şarabıyla, değişik arkadaşları ve asla toplu olmayan eviyle hep mutlu olmaya emek veren bir adam Furkan. Benim ziyarete gittiğim dönem nisan ayıydı. Vize haftası onun. Sınava gitmedi. Nasılsa hemşir olmak için değil kaçmak için buradayım, diyip durdu. Bana iyi geldi, dağınıklığıyla,fikirleriyle, tercihleriyle, arkadaşlarıyla, şarabıyla.. Bir iki ay sonra kendinden daha uçuk bir kız arkadaşı oldu, köpek sahiplendiler. Eylem yapılan bir ortam varsa başı çektiler. Arada bir kırmızı burun üstünü iyi giyin, diyip minik ailesi ile uzun yürüyüş rotalarına çıktı. Kayboldu, kayboldular. Sosyal medyadan, telefondan, arada bir uğrayıp leşliğine hayran kaldığı İstanbul'dan gitti, Furkan. 
Soğuk ve yağmurlu bir günde minik bir kalp çatlağı ile yola devam ederken tanıştığım adam sevdiğim yağmur sesini bölen kapıyı çalmış meğer. Furkan hemşir olmuş. Komik. Sitem edip sistemden kaçan adam serumumu yinelemeye girmiş. Vizesinden kaçan adam kontrollerime göz atmaya uğramış. Epey ironik. Kırmızı burun, illa söylemek mi lazım sıkı giyin diye, kendini bilmiyor musun, sen soğuğa ne zaman kafa tutabildin, heyy yoksa yine kalbin mi sızladı, diyor. Damar yoluma bakıp serum şişesini ayarlarken. Annem şaşkın, bize bakıp gözleri ile geçmişe gidip gelme çabası içinde. Bir devlet hastanesinin altıncı katında müşahede altındayken kaloriferden hafif buğu yapmış cama vuran yağmur damlalarını dinleyip annemin sorduğu sorulara cevap vermeye gerek duymuyordum, yan yatağımdakiler gitti diye sevinirken çalan kapı ile keyifsizlikte tur atacaktım ki başıma gelene bak. Tesadüf mü, anlık deliliklerle güzelleşmeye devam eden hayatlar mı desem ne yapsam bilemedim. 


Teşekkür ederim, soğuk algınlığım.
Teşekkür ederim, hiçbir zaman iyi davranmaya cürret etmeyen liseli bey.
Teşekkür ederim, Kabataş Vapuru.
Teşekkür ederim, Furkan. 
Hâlâ iyi insanların var olduğunu bana tekrar hatırlattığınız için..Ah,evet,YENİFURKANKABATAŞVAPURU rehberde yerini aldı, eskisi ise saklanmakta.